(Bu yazı ilk olarak 05.01.2015 tarihinde İleri Haber'de yayımlanmıştır.)
Yazarlar: Ercan AKKAYA - Murat YILAN
Geçtiğimiz Aralık ayı Boğaziçi Üniversitesi, bünyesinde kurulan Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi ve merkezin açılışına Orhan Pamuk’un konuşmacı olarak davet edilmesi vesilesiyle bir hayli hareketli günler yaşadı. Aslına bakılırsa, Gündüz Vassaf’ın yönetim kurulundan istifa etmesi ve istifanın gerekçelerinin düşündürdükleriyle bir şekilde noktalandığını düşündüğümüz tartışmanın birkaç gün önce diken.com.tr’de yayımlanan bir yazıyı okuduğumuzda henüz kapanmamış olduğunu fark ettik. Haliyle bu konuda birkaç kelam etmemiz gerektiğini düşündük.
Yazı “Popülist Sol Nefretin Müphem Nesnesi: Entelektüel”* ismini taşıyor ve Boğaziçi Üniversitesi’nden biri sosyolog, diğeri siyaset bilimci iki akademisyenin imzasını taşıyor. Akademik camiada Türkiye tarihinin ve güncelliğinin analizinde hegemonik bakış açısı olan devlet/toplum ikiliğini merkeze aldığı rahatlıkla anlaşılan yazarların söz konusu metnine nasıl bir karşılık vereceğimizi düşünürken işin içinden çıkmakta zorlandığımızı itiraf etmek durumundayız.
Bahsi geçen hegemonik yaklaşımı karşıya alarak bir eleştiri sunmak bir seçenek olsa da, buna yönelmeyecek olmamızın kimi gerekçeleri var. Birincisi sıcak ve acil bir gündemimiz var; Barış Büyükokutan ve Volkan Çıdam’ın savlarına karşılık vermemiz gerekiyor. İkincisi, bir köşe yazısında koskoca külliyatı karşımıza almak büyük bir saygısızlık olurdu; her ne kadar ilgili yazıda Marksizm, sanat sosyolojisi, modernizm, postmodernizmle ilgili birçok mesele en iyi ihtimalle birkaç satırla geçiştirilmiş, en kötü ihtimalle de kimi anlamı kendinden menkul ifadelerin çağrıştırdıklarıyla çöpe atılmışsa da. Üçüncüsü ve en acısı, söz konusu yazı bir meram aktarmaya niyetli bir metinde olması arzulanan bütünlükten ve tutarlılıktan uzak duruyor. Satırlar arasında gezerken temel motivasyonun ne olduğunu tespit etmek son derece güç. Popülist solun nefret objesi entelektüelin tarihsel haklılığını mı ortaya çıkarmak? Orhan Pamuk’a dokunulmazlık zırhı mı geçirmek, yoksa ona kara çalan solcu zevata laf mı yetiştirmek? Belki bir zamanlar karşılığı olan ve Nagehan Alçı, Abdülkadir Selvi gibi tartışma programlarının kadrolu muktedirlerinin dahi diline pelesenk olmuş kimi demode analojileri yeniden piyasaya sürmek istiyorlardır. Arada kimi güncel siyaset konularında alınması gereken konumlar üzerine sesli düşündüklerine de şahit oluyoruz. Fazla uzatmadan söyleyelim; yukarıda belirttiğimiz sebeplerden ötürü biz de yazıyı kompartmanlar halinde düşünerek cevap vermenin zorluk derecesini bir nebze olsun azaltacağında karar kıldık.
ZORLAMA NEDENSELLİK ZİNCİRİ
Yazarlara göre, bir grup üniversiteli gencin Orhan Pamuk’un bu açılışa konuşmacı olarak katılmasını protesto etmesi haksız ve/veya yanlıştır ve kimi faşizan ögeler içermektedir. Yakın bir zamana kadar AKP’nin tesis ettiği/etmekte olduğu rejime faşizm yakıştırması yapmak ya da yapmamak solcular arasında dahi hararetli bir tartışma konusuyken, ithamın bu kadar ucuz bir şekilde kullanımı haliyle bir arka plan gerektiriyor ve neyse ki metnin yazarları isteneni verme gayretinde bulunuyorlar. Bu savı desteklemek için ortaya koydukları kimi yan ögelerin yanında en temel şey, kimi uğraklarda ve farklı yönelimlerce Orhan Pamuk’a yönelik eleştiriler arasında bir ortaklık olduğu fikri: Öyle ya onu sahiplenenler dışında kalan evrenin tamamına göre, Orhan Pamuk kah Batı taklitçisidir, kah oryantalizme göz kırpıyordur; zaten yerellikten kopuk olmasını geçtik, üstüne kültür emperyalizminin maşasıdır; tüm bunlar yetmezmiş gibi postmodernizme secde etmekte beis görmemektir. Buna göre, sağ ve soldan gelen her türlü Orhan Pamuk eleştirisi kaynağını bir tür anti-entelektüel popülizmden almaktadır. Bahsi geçen yazarların çizmeye çalıştıkları manzarayı antikomünizm cephanesi olarak değerlendirdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yoksa bu tespitin yanına faşizmin arketipi Naziler tarafından öldürülen Politzer’i küçümseyici ifadeler ve popüler kitabının ülkemizdeki baskı adeti hakkında bilgiler dışında başka şeyler de yazılırdı. Ayrıca kütüphanemizdeki rengarenk Sol Yayınları kitaplarının baskı adetlerine baktığımızda ortada facia olarak nitelendiremeyeceğimiz bir durum olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Sadece Politzer değil, bu ülkede Marx da, Engels de, Lenin de okunmaktadır. Hepsini bir kenara koyalım; tüm bu zorlama nedensellik zincirinin vardığı nokta yazarların niyeti hakkında çok şey açıklıyor: Denilen odur ki, Orhan Pamuk’un merkezin açılışına gelmesini protesto eden gençler ile Yasin Hayal, bazı solcu edebiyat eleştirmenleri, Genelkurmay ve hatta başımızdaki diktatör arasındaki mesafe sanıldığından daha da kısadır. Bu mesafenin kısalığını ispata girişen yazı yetmez-ama-evetçiliğin, emperyalist müdahale çığırtkanlığının ve AKP’yi demokrasi timsali göstermenin kendisine kutsiyet atfedilen eleştirilemez yazar Pamuk şahsında örtüştüğüyle veyahut kendilerince örtüşmediğiyle ilgili tek bir kelam etmemektedir. Bin dereden su getirip, Genelkurmay’ın ulus adına postmodernizm karşıtlığıyla Weimar dönemi hızlı solcularını aynı kefeye koyma çabasına giren yazı, kendisini AKP’nin demokratikleştirme projesiyle aynı safta ilan etmiş bir yazarın bu konumundan da hiç bahsetmemektedir. Bu sebeple metin, kimin kime yakın olduğunu söylemsel alanda inşa sürecine çabalayan, ancak gerçeklikten kopuk olmak konusunda sınırları zorlayan bir yazı olmaktan öteye gidememiştir.
ORHAN PAMUK DOKUNULMAZ MI?
AKP’nin siyasal arenayı düzlemek için tertiplediği siyasi davaları toplum gözünde meşrulaştırma aracı olarak kullandığı bir cinayetin maşası olan bir figürle mesafemiz sadece Hrant Dink anmalarında Şişli’de toplanırken caddenin her bir noktasına konuşlanan beyaz bereli polislerle karşılaştığımızda yakınlaşmıştır. Kıvrıkoğlu’nun postmodern ifadesinin kullanmasından ötürü postmodernizme eleştiri getiremeyeceğimiz, başımızdaki diktatör Nobel’e gider yaptı diye ödüllere dair kelam edemeyeceğimiz bir düşünsel zeminde fikir beyanında bulunmak ne kadar güçleşse de, istifimizi bozmamaya ve bu şiddete boyun eğmemeye kararlıyız.
SÖYLEMSEL OYUNLARLA GERÇEKLER ÇARPITILIYOR
Çıdam ve Büyükokutan’ın yazısını makul bir şekilde anlamlandırmak ve konumlandırmak için bize göre değinilmesi gereken en önemli şey, yazının tamamına sirayet etmiş olan şeyleştirme ve bunun etkileri olmalı diye düşünüyoruz. Neden bahsettiğimizi şöyle açıklayabiliriz: Bir aksiyonlar, söylemler, ideolojiler ve rutinler çeşitliliğini ve bunların birbirleriyle kurduğu grift ilişkileri; davranışlarla, ifadelerle yorumlar ve analiz ederiz. Tüm bu anlamlandırma ve tanımlama çabasının hatalı bir çıktısı olarak eldeki çeşitliliği ve aradaki tüm ilişkiler ağını “bir, bütün, çelişkisiz ve tutarlı” göstermiş oluruz. Bu vardır, hep böyledir ve adına şeyleştirme (reification) denir. Ortaya çıkan ürünün defolarının farkında olmak veyahut olmamak ise başka bir konudur. Lukacs, Zizek ve Bratsis şeyleştirmeye ve bunun pratik ve teorik zaiyatlarına değinmişlerdir.** Mevzubahis yazı ise şeyleştirme hususundan algı operasyonu sularına yelken açarken, karşılaşılabilecek defolar konusunda bize bir hazine sunmaktadır. Haliyle ortaya çıkan ürünün tabiatı gereği defolu olduğunu belirtmek hafif kaçmakta, yazıda niteliksiz söylemsel oyunlarla gerçeklerin ucuz bir şekilde çarpıtıldığını söylemek durumundayız. Yazımız boyunca bu şeyleştirmelerin altını daha fazla çizeceğiz.
Yazının kültür endüstrisi ve iyi yazar olma halleriyle ilgili kısmına dair kimi notlar düşelim. Adorno’ya göre bir sanat eserinin içeriğiyle, içinde bulunduğu üretim-dağıtım biçimleri arasında sabit ve tek yönlü bir belirlenim ilişkisi yoktur.*** Bu belirlenim ilişkisinin olmayışı; içeriğin iyiliğiyle/kötülüğüyle, kar getiren/getirmeyen arasında hiçbir pozitif korelasyon kuramayacağımız anlamına gelir. Yani, Pamuk’un kitaplarının çok satması ve dünya çapında bilinen bir yazar olması üzerinden Pamuk iyi yazardır da diyemeyiz, bu ölçütle tabi ki kötü yazardır da diyemeyiz. Yani kültür endüstrisi kavramsallaştırması kapsamında estetik olarak iyi-kötü tartışmalarına giremeyiz. Başka analitik araçlar gerekir. İyi yazar/kötü yazar ayrımlarını farklı düşünürlerin nasıl yaptığına girmeye gerek yok, ancak kültür endüstrisini temel alıp tartışacaksak da Pamuk’un konumunu, meseleyi metnin yazarlarının çarpıtarak sıkıştırdığın alanın ötesine taşımak gerekir. Sadece Pamuk örneği ile kültür endüstrisi tartışması yapılmaz. Söz konusu yazıda da kısmen belirtildiği gibi kültür endüstrisi sanat ürününün üretim ve dağıtım süreçlerindeki yerine ve politik/ideolojik konumlanışları şekillendirmedeki rolüne bakar. O yüzden Orhan Pamuk’un kültür endüstrisinin işleyişindeki konumu üstünden iyi ya da kötü yazar olarak atfedilmesi abestir. Tartıştığımız temeli doğru çerçevelemek gerekir. Mevzubahis yazının genelinde güzel (estetik yargı) çerçeveler göremediğimiz için burada da o güzelliği aramayı bırakıyoruz malesef.
MESELE ANTİ-ENTELEKTÜELİZM Mİ?
Buna ek olarak, Pamuk’un kitaplarının kapitalist kar ilişkileri ekseninde ‘başarılı’ olmasının onun kapitalist ilkelerle birebir ilişkisini doğrulayan bir gösterge olmadığını belirtirken, on yedi baskı yapmış bir kitabın Türkiye solunun düşünsel alanında belirleyici bir iz bıraktığını iddia etmek materyal ile düşünsel alanın birbiriyle oldukça temelsiz şekilde ilişkilendirildiğini gösterir. Ayrıca (akademik ünvanlar yazının sonunda belirtildiği için soruyoruz) on yedi baskı yapmış bir kitabın Türkiye’de sol düşünceye belirleyici bir etkide bulunduğuna dair kurulan sebep-sonuç ilişkisinin güvenilirliği (reliability) ve geçerliliği (validity) nereden gelmektedir? Böyle bir temellendirmeye ihtiyaç duyulmadan birtakım tespitlerde bulunuluyorsa, akademik ünvanlar yazının sonuna niye çakılmıştır? Burada ünvanlara değinmekteki niyetimiz akademik ünvanlara ve akademik alana bir düşmanlık değil, yazıdaki bir tutarsızlığın daha altını çizmektir sadece. Üniversite alanının özerkliği konusuna değineceğimiz bölümde meselenin anti-entelektüelizm olmadığını daha net belirteceğiz.
ZORUNLU BİR PARANTEZ
Burada Politzer ile ilgili bir parantez açmakta fayda var. Politzer’in “Felsefenin Temel İlkeleri” kitabı kitlelere Marksizmi anlatmak üzere yazıya dökülmüş ders notlarından oluşmuştur; kitabın didaktik, basit ve kolay anlaşılabilir olmasının sebebi bundandır. 12 Eylül darbesinden sonra yasaklanan ilk kitaptır ve on bir yıl yasaklı kalmıştır. Bu kitabın nasıl bir pratik ve toplumsal ihtiyaçtan bu kadar çok basıldığını ve neden entelektüellikten arınmış olduğunu bir kenara bırakıp, içeriğinin ‘entelektüellikten arındırılmış bir basitlikte olması’ sebebiyle kitabın eleştirilmesi, ‘halka rağmen entelektüelizm’ savunusu temelinde elitizmin daniskasını yapmaktadır. Ve keşke elitizm sadece burada kendini dışa vursaydı.
ELİTİZMİN DIŞAVURUMU
Yazıda şöyle bir kısım da mevcut: “İlk etapta meselenin metnin ideal-tipik okuru olamama haliyle ilintili olduğunu söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Orhan Pamuk’un metinlerinin okuyucu nezdinde bir anlam ifade edebilmesi için dünya edebiyatıyla tanışık ve barışık olmak; yazarın Thomas Mann’la, Marcel Proust’la sohbet ettiğini bilmek ve bundan haz almak önkoşul. Uzun lafın kısası, Orhan Pamuk okumak entelektüel bir uğraş.”
Uzun lafın kısası, (sanki çok uzun laf edilmiş gibi) yukarıdaki satırların paçalarından elitizm akmaktadır ve yukarıdaki üç cümle bizim en ufak çabamıza gerek duymaksızın kendini yerin altı feet derinine gömmektedir. Sanat sosyolojisinden bakacak olursak, bu söylemin yakınından geçen Kant bile bu kadar ileri gidemezdi gerçekten. Entelektüelizmi öveceğim derken elitizmini dışa vuran, egemen söylemleri taşımaktan çekinmeyen bir yazarı savunacağım derken antikomünizmini dışa vuran, Pamuk’un belli belirsiz çıkardığı sesleri sistem içi eleştirel sesler olarak nitelemeye çalışacağım derken sosyalistleri bu inceliklerden anlamayan kaba insanlar olarak tahayyül ettiklerini dışa vuran, sol liberal oldukları iddiasındaki tartışma konusu metnin yazarlarını gördüğümüzde; Politzer’i ve onun onurlu mücadelesini ‘yazdığı entelektüellikten yoksun kitabı’yla beraber gururla sahipleniyoruz. Parantezi güzelce kapatabiliriz.
ŞEYLEŞTİRMENİN ADABI
Mevzubahis yazarların aslında yazının konusu ettikleri sol kesime dair ne kadar az bilgi içeren ve umursamaz bir bakış açısıyla bu yazıyı yazdıklarını gösteren ciddi bir veri var. TKP geleneğindeki hiçbir kurumsallıkta ve onlara bağlı birimlerin yazılarında, bildirilerinde, söylemlerinde kısacası hiçbir yerde ‘Esad’ı taktiksel olarak destekliyoruz apolojisi’ mevcut değildir. Herhalde sosyal medyada birinden böyle bir yorum duymuş olmalılar ve sonrasında bunu TKP çizgisinin ortak bir apolojisi sanmış olmalılar. Apolojiyi yazının nesnesi olan sol kesimlere atfetmeleri aslında saldırdıkları kesimin siyasi sözlerinden, konumlarından ne kadar bihaber olduklarının göstergesi. Tamamen kendi argümanlarının hizmetine sokacak şekilde bir yerlerden cımbızla ifade seçip, sözü istedikleri özneye/öznelere atfetmekte de bir beis görmüyorlar ya da zaten bilmiyorlar kimin neyi söylediğini. Şeyleştirmenin bile bir adabı olması gerekir oysa. Ehil olanın sırf bu bilgiden hareketle bile yazının ne kadar temelsiz yazılmış olduğunu anlaması gerekir. Keza yazının odağına yerleştirdikleri sol örgütlerden bihaberler ama onları her türden siyasal olan/olmayan sıfatlarla yaftalamak konusunda özgüvenleri zirvede. Ama biz ‘Esadçılık’larından dem vurup ‘popülist sol’u demokrasi sınavında sınıfta kalmakla itham eden yazarların egemen söylemlere özgürlük alanı tanımayı nasıl demokratlık ve özgürlükçülük olarak pazarladığını değerlendirmeye devam edelim.
EGEMEN SÖYLEME ÖZGÜRLÜK: İNSAN BAZEN HAYRET EDİYOR
Pamuk’u protesto etmek üniversite özerkliğine yapılmış bir saldırı olarak niteleniyor yazıda. Çünkü üniversiteler her düşüncenin özgürce dolaşımda olduğu alanlar olarak tahayyül ediliyor. Devamında ‘popülist sol’un üniversite özerklik talebinin sakat olduğu sonucuna varılıyor. Bu özgürlükçülük kisvesini kaldırdığımızda ise savunulan şeyin aslında egemen söylemlerin üniversitelerde rahatça dolaşabilmesi olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda AKP’nin demokrasi havarisi olduğu beyanı tabii ki dile getirilmesi gereken bir düşünce olarak; bu düşünceyi savunanları eleştirenler, protesto edenler de yasakçı olarak konumlandırılabiliyor. Yani burada zıtlaşma şu noktada yaşanıyor: “AKP’nin demokratikleştirici bir özne olduğunu entelektüel söylemi” ve emperyalistlerin kanlı ağzıyla söylenmiş ‘İstifa dışında ne yazık ki sizi ve ailenizi bekleyen tek yol var: Saddam Hüseyin veya Kaddafi gibi ölüm. Ya da Lahey'de mikropsuz bir hücrede ömür boyu hapis’ Sözleri üniversitede serbestçe dolaşımda olmalı mı, yoksa olmamalı mı? Olmamalı diyorsan özgürlükçü değilsin. Çünkü bir söylemin güç ilişkileri içerisindeki yeri önemsiz. Onu güç ilişkileri içerisinde değerlendirip bu söylemle mücadele etmek ‘toplumsal topografyayı düzleştirme çabası’ olarak etiketlenebiliyor. Egemen söylemin, hegemon söylemin kısıtlanmaması talebi ne zaman özgürlükçülük oldu; insan bazen hayret ediyor. Pamuk’un siyasal söylemlerine duyulan tepkiyi, onun sanatçı kimliğine duyulan tepkiyle aynı kefeye koymak ve özgürlükçülük kılıfıyla ikisini de eleştirilemez kılmak çabasıdır yapılmak istenen. Ancak, AKP sempatizanlığına karşı çıkanlara saldıran bir konum tek başına çıplak şekilde yapılsa demokrat kesimlerden tepki çekeceğinden (ve egemenlerin özgürlüğünü sahiplendiklerini alenileştireceğinden), AKP karşıtlarını aynı zamanda entelektüel düşmanı olarak göstermek suretiyle meşruiyet zemini aramaları bir zorunluluk, kaçınılmaz bir hamle olarak ortaya çıkıyor. Yazının da bize net olarak gösterdiği gibi bu ikisini aynı kefeye koymaları aslında neyin özgürlüğünün savunusunu yaptıklarını görmemize engel olamıyor.
Bu düşünsel vehametin uzantısı olarak, hedef tahtasına koydukları solcuların entelektüellikten arınmış bir Marksizmi arzuladıklarını iddia ediyorlar. Oysa Türkiyeli sosyalistlerin arzuladığı hegemonyanın organik aydını olmaktan arınmış bir praksistir. Bu praksisin entelektüel olup olmaması ikincildir (İncelikli sistem içi eleştirel sesler çıkaran Pamuk ile anti-faşist mücadeledeyi sonuna kadar veren bir komünist olan ve entelektüellikten yoksun kitabının Türkiye’de on yedi baskı yaptığı Politzer’i karşılaştırdığımızda neyi tercih ettiğimiz daha net anlaşılacaktır). Keza entelektüel olan kişi ve şeylerin düşmanı olmadığımız gibi entelektüeli fetişleştirmiyoruz da.
Orhan Pamuk’un da imzacısı olduğu ve yukarıda küçük bir kısmını alıntıladığımız Esad’ın iktidarı bırakmasına dair tehdit içerikli mektuba dair de birkaç laf etmekte fayda var. Eleştirdiğimiz metnin yazarlarına göre, ülke solunun kendisinden çok uzakta bir yerde cereyan eden iç savaşın aktörlerinden birini destekleme kararını çarçabuk alabilmelerindeki motivasyon, ancak onların duruma hemen dahil olup buradan içi boş bir anti-AKP’cilik türetme istekleriyle türetilebilir. Bir kere öyle uzak bir coğrafyadan söz ediyoruz ki, iç savaştan kaçan yüzbinlerce Suriye vatandaşı ülkemize sığınmış durumda. Belki unutulmuştur, bölgedeki İslamcı terör örgütleriyle bağlantısı aşikar bir bombalı saldırıda Reyhanlı’da 52 vatandaşımız hayatını kaybetti. Bu noktadan sonra soracak tek bir şey kalıyor. İç savaş coğrafyasına hepimizden daha uzak olan Orhan Pamuk’un taraflardan birini desteklemesinin ve diğerini tehdit etmesinin motivasyonunu nerede aramak lazım? Eğer mesele sadece coğrafi yakınlıksa, Orhan Pamuk Suriye muhalefetine yönelik militan desteğinin ve Beşşar Esad'a karşı yönelttiği tehditlerin bir benzerini neden Erdoğan'a yönlendirmiyor? Pamuk'un yıllarca destek verdiği AKP iktidarına ve Erdoğan'a yönelik Haziran Direnişi sonrasındaki eleştirilende ortaya çıkan kibar üslup neden iş Suriye Devlet Başkanı'na gelince yerini ölüm tehditlerine bırakıyor?
LİBERAL 'MUTLAK ÖZGÜRLÜK'ÜN KARİKATÜRÜ
Meramımızı biraz olsun toparlamak gerekirse; edebiyat alanında ya da üniversitede bütün söylemlerin rahatlıkla kendine yer bulabilmesi ve kendini ifade edebilmesi talebi; söylemlerin güç’le olan farklı düzeylerdeki dinamik bağıntılarını görmezden gelerek, hegemon bir söylemi, iktidarın söyleminin, emperyalistlerin söyleminin ‘de’ bu ‘özerk’ alanlarda rahatça dolaşması talebini içerir. Liberal prosedürel normların koruması altındaki alanlarda bazı söylemlerin özgürlüğüne izin vermemek makul, normal, alışıldık ve meşru olduğundan, sosyalist öğrencilerin yaptığı protestoyu da bu özgürlüğüne izin verilmeyen söylemlere yakınsama gereği hissettikleri ve bu sebeple protestocu öğrencilerin eylem ve söylemlerini nasyonel sosyalistlerle aynı kefeye koymaya çalıştıkları verdikleri savaşım ekseninde anlaşılabiliyor, ancak ve malesef ki yazdıkları gerçeklikten uzak olması sebebiyle ikna edicilikten yoksun. Sosyalistleri nasyonel sosyalizmle benzeştirerek onlara saldırı eksenini meşrulaştırma çabasının antikomünist karakterini deşifre etme gerekliliği genel itibariyle bu yazıyı yazmamızdaki temel motivasyonu oluşturuyor. Bu sebeple bir sonraki adım olarak, özgürlükten ne anlayıp ne anlamadığımızı da tekrar etme gereği duymaktayız. Ezme-ezilme ilişkilerini, Pamuk’un arkasını yasladığı egemen söylemlerle onu protesto eden öğrenciler arasındaki eşitsiz ilişkiyi görmezden gelerek bir özgürlük alanı tanımlama çabası, liberal mutlak özgürlüğün karikatür bir izdüşümünden öte bir şey değildir. Literatür bu liberal ‘mutlak özgürlük’ tahayyülünün her türlü eleştirisiyle dolu iken, bunlardan sanki yazıyı okuyanlar habersizmişiz gibi davranılması oldukça şaşırtıcı. Külliyatın içinde geniş yeri olan liberal özgürlük üzerine eleştiri-karşı eleştirilerden bihabermiş gibi davranıp, liberal özgürlük kavramının teorik/pratik sorunlarından hiç bahsetmeyip “bizim istediğimiz prosedürel normlar üzerine kurulu bütün söylemlerin rasyonel bir şekilde bir arada bulunacağı bir alan istiyoruz” savunusunu “mutlak özgürlük”ü düşünce tarihi boyunca diyalog içinde olduğu diğer bağlamlardan koparılmış olması yazının geneline sirayet etmiş; eklektisizm, bağlamsızlık, odaksızlık ve amaca yönelik olması hasebiyle her tarihsel çelişkiden istenen kuplenin alınmasıyla aslına bakarsanız oldukça tutarlı bir yere oturmuştur. Yazıyı bitirmeden önce şunu da eklememiz gerekiyor, postmodernizmle kavrulmuş liberalizmin harman olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde, kendisini sol liberal olarak tanımlayan iki akademisyenin yazdıkları bu yazının hem teorik, hem politik/ideolojik hem de yazınsal olarak bu kadar özensiz olması bizi hem şaşırttı hem de sevindirdi. Artık egemen söylemlere alanın tapusunu vermekle özgürlükçü referanslarla despotizm denemeleri arasındaki makasın bir hayli daraldığı bir Türkiye topografyasındayız, (mevzubahis yazının bulamaç halinde olması da bu sebepledir); bu konuda sosyalistlerin ideolojik mücadelesinin yol katettiğini görmenin bizi sevindirdiğini söylemeliyiz.
** Bkz: Lukacs, Georg. 1968. History and Class Consciousness, Cambridge: MIT Press.; Žižek, Slavoj. 1989. The Sublime Object of Ideology, London: Verso Books.; Bratsis, Peter. 2007. Everyday Life and the State, Boulder: Paradigm Publishers.
*** Adorno, Theodor. 1963. “Culture Industry Reconsidered”.
Comments
Post a Comment