Buğday ve Semih Kaplanoğlu'nu herkesin bildiğini varsaysam da, klasik bir eleştiri yazısı girişi yaparak geleneklere saygılı bir insan olduğum imajını vermek isterim. Daha önce Süt-Yumurta-Bal üçlemesiyle gönüllere ve festivallere taht kuran sinemamızın duayeni, usta yönetmen Semih Kaplanoğlu'nun yeni filmi Buğday görücüye çıktı. Sinema Destekleme Kurulu'ndan rekor destek almasının yanı sıra, ulusal ve uluslararası pek çok fondan da destek alan proje, galasını da Beştepe'de yaptı. Ne yazık ki bu desteklerin şişkinliği filmin vizyona girdiği salon sayısına yansıyamadı. Bu seviyede maddi ve manevi destek gören bir yönetmen ve projenin dahi dağıtım ve gösterim tekelleri tarafından boğulduğunu gören arthouse sinemacılar kendi hallerine bir kez daha yanıp "Semih Usta'nın filmleri dahi sadece 50 salon bulabiliyorsa biz ölelim o zaman!" diyerek isyan edeyazdılar.
Brazil mi? Star Trek mi?
Görsel dil, sanat yönetimi ve bütününde yönetmenliğe dair çok şikayetim olmasa da aynı şeyi senaryo, tema ve filmin sözü için söyleyemeyeceğim. Fakat hikaye ve temaya değinmeden önce proje tasarımına dair ufak bir not düşmek isterim. Film, bildiğiniz üzere hikayesini bir distopyanın içerisine yerleştirmiş. GDO'lu tohumların beklenenin ve ilk başta yaygınlaşmasının gerekçesinin aksine verimlilikleri giderek düşüyor ve büyük şirketlerin GDO hegemonyası yüzündenbütün dünyada doğal tohumların kökü kazındığından verimsizleşen tohumlar insanlığı kıtlıkla yüz yüze getiriyor. Bir yandan yine muhtemelen GDO'lu tohumlar sebebiyle salgın hastalıklar da yüzbinlerce insanın ölmesine sebep oluyor. Bütün bunlar biraz Mad Max (1979), biraz Brazil'i (1985) andıran sahne ve teknoloji tasarımlarının arasında gerçekleşiyor. Filmde tasarlanan arabalar, bilgisayar teknolojileri, uçan araçlar ve robotların ortak bir teknolojik dili yok malesef. Kimi Brazil'den kimi Star Trek'ten gibi. Toprağın değerlerini ölçmek için kullanılan kapsülün çıkarıldığı alet 90'lardaki büyük tuşlu müzik setlerine benzerken, Erol ve Cemil kasten batırılan kayığın yanında ölü taklidi yaparak kandırdıkları mekik ise Star Trek'ten doğma Borderlands'tan olma bir avcı uçan mekiği tasarımına sahip. Bu arada, mekik otonom şekilde uçuyor, üzerinde bilumum sensör ve müthiş bir AI var, uzun süreler uçabilmesi için muhtemelen gelişmiş bir enerji kaynağı kullanıyor ama bir ısı sensörü yok ve ölü bedenlerle canlıları ayırt edemiyor! Filmin açılış sekansında göz taraması yapan bilgisayarla, diğer sahnelerde kullanılan arabalar arasında da aynı tasarımsal tutarsızlık mevcut. Düşük beğeniye hitap eden alt seviye Hollywood bilim kurgu filmlerinde dahi bu gibi film tasarım hataları yapılmaz. Bu filmin de böyle bir lüksü olmamalıydı bence. Her ne kadar bazı eleştirmenler bu tercih farklılığının filmin zamanını muğlaklaştırmak için yapıldığının altını çizse da ben öyle düşünmüyorum. Tasarım zaafı olarak değerlendiriyorum.
Senaryo ve İkna Problemi
Bu yazıyı okuyanların filmi izlediğini ve üzerine de 3-5 eleştiri yazısı okuduğunu varsayarak her yerde konuşulan aksaklıklara değinmektense genel tartışmaya katkı sağlayacağını düşündüğüm bazı detayları dillendirmek istiyorum. Senaryonun akışından, dramatik çatıdan ve karakter gelişiminden memnuniyetsizlik, sinema çevrelerindeki genel aurada ortak kanı halini almışken bunları tekrar etmek gereksiz diye düşünüyorum. Filmin aksayan yönlerini daha net gösterebilmek adına da "Hollywood neyi, nasıl yapardı?" sorusunu aklımda tutarak ilerlemeyi, Buğday gibi Holywood'a özenen bir filmi anlamak için işlevli bir yöntem olarak görüyorum. Film başladığında tohumların verimlilik problemini değerlendiren şirket yetkilileri ve akademisyenler bir çözüme ulaşmanın çok zor olduğunu düşünüyorlar ve çözümsüzlüğü gören Erol Erin, Cemil Akman'ın tezinin karşılaşılan probleme ışık tutabileceğini düşünüyor ve Cemil'i aramak için yola koyuluyor. Erol ikna oluyor ama seyirci ikna olamıyor malesef. Oysa akla gelebilecek bazı çözüm yöntemleri denense, karşılaşılan zorluklar ve çözüm yöntemlerin karmaşıklığı aşama aşama artsa ve en sonunda çözümsüzlüğü kabul eden Erol, Cemil'i aramaya kalksa hikayenin akışı daha kusursuz olurdu. Bu haliyle karşılaşılan zorluğu neden aşamadıklarını anlamadığımız ve son çarenin de Cemil olduğuna ikna olmadığımız için filmin ilerleyen kısımlarında çözümün "nefes" olduğuna da ikna olamıyoruz malesef. Çünkü bilimin ve aklın sunduğu çözümleri henüz film akışı tüketmedi ki benliğimizi himmete adamaya ikna olalım!
Buna benzer senaryo tekniğiyle alakalı bir ikna yoksunluğu bir kez de şehirle Ölü Topraklar'ı ayıran manyetik duvarın muhteviyatını anlamaya çalışırken karşımıza çıkıyor. Günümüz sınırlarını, sınır duvarlarını ve verili piyasa koşullarını dahi düşündüğümüzde işi sadece o duvarları geçmek olan, iki taraf arasında kaçakçılık yapan insanlar olur, hatta bu iş sektör olacak kadar büyük bir organizasyona sahip olurdu. Toplumun bir kesimi manyetik duvarı aşmak konusunda uzmanlaşmış olurdu. Filmde de bu kişilerden biri var tabii ki. Erol ve arkadaşının duvarın öte tarafına geçip Stalker Vol. 2 yolculuğuna çıkmalarına manyetik duvarın zaaflarını bilen bir kadın yardım ediyor. Özel bir gözlükle duvarın boşluklarını görüyor, 2 çakıl taşını bilmediğimiz ve yönetmenin anlatmaya tenezzül etmediği bir yöntmele duvara doğru fırlatıyor ve karakterlerimizi karşıya geçiriyor. Duvarı geçişin sönüklüğünün sebebi, duvarınn özelliklerinin ve çevresinde gelişen ilişkiselliğin gösterilmemesi, kurgulanmaması, inşa edilmemesi. Duvarı geçme yöntemleri nedir, altından tünel kazılabilir mi, üstünden mancınıkla atlanabilir mi, - gülmeyin lütfen. Hollywood filmi olsa aklınıza gelen bu tür soruların cevabı bir şekilde verilir, duvarı geçmenin zorluğu ve akla gelen basit yöntemlerin işlemediğine seyirci ikna edilir sonra zor olan seçeneğe filmin karakteri yönlendirilirdi - üzerinden uçarak geçebilir miyiz gibi sorular cevapsız kalıyor. Bildiğimiz tek şey kontrolsüz geçerseniz yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi yanıp kül olacağınız. Diğer ihtimaller cevapsız kaldığı için kahramanın yolculuğundaki önemli bir eşik senaryoyu zenginleştirmektense ikna yoksunu sekanslar hanesine bir çentik daha atıyor.
Düşünsel Zemindeki Problemler
Kaplanoğlu'nun filmde sunduğu önermeleri şematik şekilde ele aldığımızda karşımızdaki düşünsel dünyanın da gerekli fikri sermaye harcanmadan ortaya çıkan bir tutarsızlıklar yumağı olduğunu göstermek istiyorum.
İlk nokta, bütün dünyada GDO'lu ürünler sayesinde büyük karlar elde edenlerle, gıda güvenliğini ve doğal tohumları korumaya çalışan bireyler, sivil toplum örgütleri ve çiftçilerin filmde sadece bir arka plan motifi olarak kullanılmasının doğurduğu siyasi zeminin tutarsızlığı. Bir yönetmen ele aldığı çelişkiye dair temel aktörlerin bugün nasıl hareket ettiğini ve güncel gelişmelerin, tartışma zemininin hangi kaynaklardan beslenip nereye yöneldiğini bilse idi muhakkak bu filme sirayet ederdi. Distopik bir filmde bu sirayet, geçmiş tartışmalara bir gönderme yapılan dialogla ya da filmin dramatik yapısına yedirilmiş bir karakterin geşmişte GDO'lu ürünleri yaygınlaştıran dev şirketlerin nasıl galip geldiğini ve bunun karşıtlarının hangi koşullarda yenildiğini anlatmasına izin vererek yapılabilirdi. Örnek vermek gerekirse Buğday'ın geçtiği gün Judgement Day ise biz John Connor'a ne olduğunu bilmeliyiz ki Erol'un şirketinin filmdeki konumunu, filmin geçtiği günün siyasi ve toplumsal dinamiklerini anlayabilelim ve filmin ortaya koyduğu bilim-din ikileminde tartışmaya daha zengin bir zeminde devam edelim.
İkinci nokta için bir adım daha ileri atmamız gerekir. Film bilimin çöktüğünü ima eder bir yapıda ilerliyor. Bilimi tek, yekün bir odak olarak belirliyor ve GDO'lu tohumlar insanlığı yıkıma götürdüğü için bilimden vazgeçmeyi ve ilim'e yönelmeyi öneriyor. Oysa GDO'nun bilimin mi, modernitenin mi, kapitalizmin mi; tam olarak neyin ürünü olduğu da Kaplanoğlu'nun önermesinde muallak. Muallak olunca da karşı olunan şey yüzeysel bir bilim algısı olarak ortaya çıkıyor. Yine güncel GDO karşıtı düşünsel zeminin antikapitalist, antiemperyalist, ekolojist köklerinden haberdar olmaksızın, bunlara filmin önermesinde yer vermeksizin, hikaye anlatmak yerine vaaz verme çabasının en bariz zaaflarından biri tam da bu. Bu derece yüzeysel bir aydınlanma ve bilim karşıtlığının milyonlarca dolarlık filme dönüşebildiğini görseydi Frankfurt Okulu teorisyenleri herhalde ağlardı "Biz niye boşuna o kadar çabaladık bu meseleye kafa yorduk madem mesele bu kadar basittti?" diye.
Üçüncü ve son nokta için bir adım daha ileri atalım. Yunus Emre kıssası üzerinden "Buğday mı, himmet (nefes) mi?" ikiliği üzerinden fikri bir seçim ortaya koyuluyor. Buğday maddiyatı, bu dünyayı ve belki de bilim'i temsil ederken; himmet maneviyatı, kendini Allah'ın yoluna adamayı, ölümden sonrasını düşünmeyi ve ilim'i temsil etmekte. Bütün dünya açlık, kıtlık ve salgınlarla uğraşırken eski biliminsanı, yeni alim bir karakter Cemil, Erol'a bütün bu sorunları çözmek için uğraşmaması gerektiğini "Hepimiz bir rüyadayız, ölünce uyanacağız." diyerek asıl kurtuluşun ölümden sonra olacağını öne sürmektedir. Uçurumun kenarına inanç eksikliğinden geldiğimizi öneren bir veri yokken filmde, siyasi çekişmelerin tarihsel gelişiminden filmin geçtiği güne kadar kapitalizmin nasıl kazandığını anlatan bir veri yokken filmde, bilimin yekün olarak kötü olduğuna ve bilimsel çözümün geçersizliğine ikna edebilecek bir veri yokken filmde, Erol'a ve seyirciye bütün bu sorunları boş vermek ve öbür dünyaya, maneviyata odaklanmak hangi gerekçeyle önerilebiliyor hiç mi hiç anlamış değilim.
Ama farz edelim yönetmen diyor olsun ki; "Mevcut gıda güvenliği tartışmalarında meselenin ucunu bırakmayı önermiyorum. Tabii ki bilimsel ve sosyal olarak en doğru çözüm için mücadele edilmeli ve doğal üretim savunulmalı. Benim önermem sadece uçurumun kenarına geldiğimiz Judgement Day için geçerli." Bu da demek olur ki, dinsel bir maneviyatla örülü bir yolun tek yol olması için evrenin sonundaki restoranda son lokmamızı yiyor olmamız gerekir. Yani "Din mi, bilim mi?" sorusunun cevabı uçurumun kenarındaki ilerleyen gelecekte din, ama bugün bilim mi? Filmin önermesinin ne kadar zamansal evrensellikten uzak olduğu gayet açık. Ya da şöyle de sorabiliriz bu soruyu, madem kurtuluş maneviyata dönmekte hepimiz yüzümüzü o tarafa dönüp maddi dünyanın Monsanto'larıyla mücadele etmezsek bu Monsanto'nun işine gelmez mi? Hesaplaşmanın, mücadelenin ölümden sonrasına havale edilmesi 'bu dünyadaki' adalet ve eşitlik arayışına tam da bu denklem üzerinden zarar vermez mi? Yoksa din bu yüzden mi toplumların afyonu?
Her şeyden öte, yönetmenin kendi beslendiği zeminden bakacak olursak mevzubahis kıssada Yunus Emre bile önce buğday'ı sonra himmet'i seçerek maddi dünyadan vazgeçmeden maneviyatı işaret etmişken, onun çok boyutlu kıssasından yola çıkıp daha tek yönlü, daha keskin ve yüzeysel bir söylem ortaya koymanın da kayda değer bir fikirsel zaaf olduğunu düşünüyorum.
Son olarak sormak isterim ki, herhangi bir sanatçı önemli bir toplumsal çelişkiyi -etnik meseleler, ırkçılık, cinsiyetçilik, sınıfsal çelişkiler vs. gibi- filmine konu etse fakat bu çelişkileri sadece motif olarak kullanıp meselenin özüne dair hiçbir şey söylemese bu filmin sanatsal kıymetine nasıl etkide bulunurdu? Ekoloji, iklim değişikliği, gıda güvenliği diğer çelişkilerden daha mı kıymetsiz ki bir motif olmaktan öteye gidemiyor? Bence saygın bir entelektüel olmanın yolu bu gibi çelişkilerin özüne dokunan sözler söylemekten geçer sanat eserlerinde, onları motif olarak kullanıp vaaz vermekten değil.
Brazil mi? Star Trek mi?
Görsel dil, sanat yönetimi ve bütününde yönetmenliğe dair çok şikayetim olmasa da aynı şeyi senaryo, tema ve filmin sözü için söyleyemeyeceğim. Fakat hikaye ve temaya değinmeden önce proje tasarımına dair ufak bir not düşmek isterim. Film, bildiğiniz üzere hikayesini bir distopyanın içerisine yerleştirmiş. GDO'lu tohumların beklenenin ve ilk başta yaygınlaşmasının gerekçesinin aksine verimlilikleri giderek düşüyor ve büyük şirketlerin GDO hegemonyası yüzündenbütün dünyada doğal tohumların kökü kazındığından verimsizleşen tohumlar insanlığı kıtlıkla yüz yüze getiriyor. Bir yandan yine muhtemelen GDO'lu tohumlar sebebiyle salgın hastalıklar da yüzbinlerce insanın ölmesine sebep oluyor. Bütün bunlar biraz Mad Max (1979), biraz Brazil'i (1985) andıran sahne ve teknoloji tasarımlarının arasında gerçekleşiyor. Filmde tasarlanan arabalar, bilgisayar teknolojileri, uçan araçlar ve robotların ortak bir teknolojik dili yok malesef. Kimi Brazil'den kimi Star Trek'ten gibi. Toprağın değerlerini ölçmek için kullanılan kapsülün çıkarıldığı alet 90'lardaki büyük tuşlu müzik setlerine benzerken, Erol ve Cemil kasten batırılan kayığın yanında ölü taklidi yaparak kandırdıkları mekik ise Star Trek'ten doğma Borderlands'tan olma bir avcı uçan mekiği tasarımına sahip. Bu arada, mekik otonom şekilde uçuyor, üzerinde bilumum sensör ve müthiş bir AI var, uzun süreler uçabilmesi için muhtemelen gelişmiş bir enerji kaynağı kullanıyor ama bir ısı sensörü yok ve ölü bedenlerle canlıları ayırt edemiyor! Filmin açılış sekansında göz taraması yapan bilgisayarla, diğer sahnelerde kullanılan arabalar arasında da aynı tasarımsal tutarsızlık mevcut. Düşük beğeniye hitap eden alt seviye Hollywood bilim kurgu filmlerinde dahi bu gibi film tasarım hataları yapılmaz. Bu filmin de böyle bir lüksü olmamalıydı bence. Her ne kadar bazı eleştirmenler bu tercih farklılığının filmin zamanını muğlaklaştırmak için yapıldığının altını çizse da ben öyle düşünmüyorum. Tasarım zaafı olarak değerlendiriyorum.
Senaryo ve İkna Problemi
Bu yazıyı okuyanların filmi izlediğini ve üzerine de 3-5 eleştiri yazısı okuduğunu varsayarak her yerde konuşulan aksaklıklara değinmektense genel tartışmaya katkı sağlayacağını düşündüğüm bazı detayları dillendirmek istiyorum. Senaryonun akışından, dramatik çatıdan ve karakter gelişiminden memnuniyetsizlik, sinema çevrelerindeki genel aurada ortak kanı halini almışken bunları tekrar etmek gereksiz diye düşünüyorum. Filmin aksayan yönlerini daha net gösterebilmek adına da "Hollywood neyi, nasıl yapardı?" sorusunu aklımda tutarak ilerlemeyi, Buğday gibi Holywood'a özenen bir filmi anlamak için işlevli bir yöntem olarak görüyorum. Film başladığında tohumların verimlilik problemini değerlendiren şirket yetkilileri ve akademisyenler bir çözüme ulaşmanın çok zor olduğunu düşünüyorlar ve çözümsüzlüğü gören Erol Erin, Cemil Akman'ın tezinin karşılaşılan probleme ışık tutabileceğini düşünüyor ve Cemil'i aramak için yola koyuluyor. Erol ikna oluyor ama seyirci ikna olamıyor malesef. Oysa akla gelebilecek bazı çözüm yöntemleri denense, karşılaşılan zorluklar ve çözüm yöntemlerin karmaşıklığı aşama aşama artsa ve en sonunda çözümsüzlüğü kabul eden Erol, Cemil'i aramaya kalksa hikayenin akışı daha kusursuz olurdu. Bu haliyle karşılaşılan zorluğu neden aşamadıklarını anlamadığımız ve son çarenin de Cemil olduğuna ikna olmadığımız için filmin ilerleyen kısımlarında çözümün "nefes" olduğuna da ikna olamıyoruz malesef. Çünkü bilimin ve aklın sunduğu çözümleri henüz film akışı tüketmedi ki benliğimizi himmete adamaya ikna olalım!
Buna benzer senaryo tekniğiyle alakalı bir ikna yoksunluğu bir kez de şehirle Ölü Topraklar'ı ayıran manyetik duvarın muhteviyatını anlamaya çalışırken karşımıza çıkıyor. Günümüz sınırlarını, sınır duvarlarını ve verili piyasa koşullarını dahi düşündüğümüzde işi sadece o duvarları geçmek olan, iki taraf arasında kaçakçılık yapan insanlar olur, hatta bu iş sektör olacak kadar büyük bir organizasyona sahip olurdu. Toplumun bir kesimi manyetik duvarı aşmak konusunda uzmanlaşmış olurdu. Filmde de bu kişilerden biri var tabii ki. Erol ve arkadaşının duvarın öte tarafına geçip Stalker Vol. 2 yolculuğuna çıkmalarına manyetik duvarın zaaflarını bilen bir kadın yardım ediyor. Özel bir gözlükle duvarın boşluklarını görüyor, 2 çakıl taşını bilmediğimiz ve yönetmenin anlatmaya tenezzül etmediği bir yöntmele duvara doğru fırlatıyor ve karakterlerimizi karşıya geçiriyor. Duvarı geçişin sönüklüğünün sebebi, duvarınn özelliklerinin ve çevresinde gelişen ilişkiselliğin gösterilmemesi, kurgulanmaması, inşa edilmemesi. Duvarı geçme yöntemleri nedir, altından tünel kazılabilir mi, üstünden mancınıkla atlanabilir mi, - gülmeyin lütfen. Hollywood filmi olsa aklınıza gelen bu tür soruların cevabı bir şekilde verilir, duvarı geçmenin zorluğu ve akla gelen basit yöntemlerin işlemediğine seyirci ikna edilir sonra zor olan seçeneğe filmin karakteri yönlendirilirdi - üzerinden uçarak geçebilir miyiz gibi sorular cevapsız kalıyor. Bildiğimiz tek şey kontrolsüz geçerseniz yukarıdaki fotoğrafta olduğu gibi yanıp kül olacağınız. Diğer ihtimaller cevapsız kaldığı için kahramanın yolculuğundaki önemli bir eşik senaryoyu zenginleştirmektense ikna yoksunu sekanslar hanesine bir çentik daha atıyor.
Düşünsel Zemindeki Problemler
Kaplanoğlu'nun filmde sunduğu önermeleri şematik şekilde ele aldığımızda karşımızdaki düşünsel dünyanın da gerekli fikri sermaye harcanmadan ortaya çıkan bir tutarsızlıklar yumağı olduğunu göstermek istiyorum.
İlk nokta, bütün dünyada GDO'lu ürünler sayesinde büyük karlar elde edenlerle, gıda güvenliğini ve doğal tohumları korumaya çalışan bireyler, sivil toplum örgütleri ve çiftçilerin filmde sadece bir arka plan motifi olarak kullanılmasının doğurduğu siyasi zeminin tutarsızlığı. Bir yönetmen ele aldığı çelişkiye dair temel aktörlerin bugün nasıl hareket ettiğini ve güncel gelişmelerin, tartışma zemininin hangi kaynaklardan beslenip nereye yöneldiğini bilse idi muhakkak bu filme sirayet ederdi. Distopik bir filmde bu sirayet, geçmiş tartışmalara bir gönderme yapılan dialogla ya da filmin dramatik yapısına yedirilmiş bir karakterin geşmişte GDO'lu ürünleri yaygınlaştıran dev şirketlerin nasıl galip geldiğini ve bunun karşıtlarının hangi koşullarda yenildiğini anlatmasına izin vererek yapılabilirdi. Örnek vermek gerekirse Buğday'ın geçtiği gün Judgement Day ise biz John Connor'a ne olduğunu bilmeliyiz ki Erol'un şirketinin filmdeki konumunu, filmin geçtiği günün siyasi ve toplumsal dinamiklerini anlayabilelim ve filmin ortaya koyduğu bilim-din ikileminde tartışmaya daha zengin bir zeminde devam edelim.
İkinci nokta için bir adım daha ileri atmamız gerekir. Film bilimin çöktüğünü ima eder bir yapıda ilerliyor. Bilimi tek, yekün bir odak olarak belirliyor ve GDO'lu tohumlar insanlığı yıkıma götürdüğü için bilimden vazgeçmeyi ve ilim'e yönelmeyi öneriyor. Oysa GDO'nun bilimin mi, modernitenin mi, kapitalizmin mi; tam olarak neyin ürünü olduğu da Kaplanoğlu'nun önermesinde muallak. Muallak olunca da karşı olunan şey yüzeysel bir bilim algısı olarak ortaya çıkıyor. Yine güncel GDO karşıtı düşünsel zeminin antikapitalist, antiemperyalist, ekolojist köklerinden haberdar olmaksızın, bunlara filmin önermesinde yer vermeksizin, hikaye anlatmak yerine vaaz verme çabasının en bariz zaaflarından biri tam da bu. Bu derece yüzeysel bir aydınlanma ve bilim karşıtlığının milyonlarca dolarlık filme dönüşebildiğini görseydi Frankfurt Okulu teorisyenleri herhalde ağlardı "Biz niye boşuna o kadar çabaladık bu meseleye kafa yorduk madem mesele bu kadar basittti?" diye.
Üçüncü ve son nokta için bir adım daha ileri atalım. Yunus Emre kıssası üzerinden "Buğday mı, himmet (nefes) mi?" ikiliği üzerinden fikri bir seçim ortaya koyuluyor. Buğday maddiyatı, bu dünyayı ve belki de bilim'i temsil ederken; himmet maneviyatı, kendini Allah'ın yoluna adamayı, ölümden sonrasını düşünmeyi ve ilim'i temsil etmekte. Bütün dünya açlık, kıtlık ve salgınlarla uğraşırken eski biliminsanı, yeni alim bir karakter Cemil, Erol'a bütün bu sorunları çözmek için uğraşmaması gerektiğini "Hepimiz bir rüyadayız, ölünce uyanacağız." diyerek asıl kurtuluşun ölümden sonra olacağını öne sürmektedir. Uçurumun kenarına inanç eksikliğinden geldiğimizi öneren bir veri yokken filmde, siyasi çekişmelerin tarihsel gelişiminden filmin geçtiği güne kadar kapitalizmin nasıl kazandığını anlatan bir veri yokken filmde, bilimin yekün olarak kötü olduğuna ve bilimsel çözümün geçersizliğine ikna edebilecek bir veri yokken filmde, Erol'a ve seyirciye bütün bu sorunları boş vermek ve öbür dünyaya, maneviyata odaklanmak hangi gerekçeyle önerilebiliyor hiç mi hiç anlamış değilim.
Ama farz edelim yönetmen diyor olsun ki; "Mevcut gıda güvenliği tartışmalarında meselenin ucunu bırakmayı önermiyorum. Tabii ki bilimsel ve sosyal olarak en doğru çözüm için mücadele edilmeli ve doğal üretim savunulmalı. Benim önermem sadece uçurumun kenarına geldiğimiz Judgement Day için geçerli." Bu da demek olur ki, dinsel bir maneviyatla örülü bir yolun tek yol olması için evrenin sonundaki restoranda son lokmamızı yiyor olmamız gerekir. Yani "Din mi, bilim mi?" sorusunun cevabı uçurumun kenarındaki ilerleyen gelecekte din, ama bugün bilim mi? Filmin önermesinin ne kadar zamansal evrensellikten uzak olduğu gayet açık. Ya da şöyle de sorabiliriz bu soruyu, madem kurtuluş maneviyata dönmekte hepimiz yüzümüzü o tarafa dönüp maddi dünyanın Monsanto'larıyla mücadele etmezsek bu Monsanto'nun işine gelmez mi? Hesaplaşmanın, mücadelenin ölümden sonrasına havale edilmesi 'bu dünyadaki' adalet ve eşitlik arayışına tam da bu denklem üzerinden zarar vermez mi? Yoksa din bu yüzden mi toplumların afyonu?
Her şeyden öte, yönetmenin kendi beslendiği zeminden bakacak olursak mevzubahis kıssada Yunus Emre bile önce buğday'ı sonra himmet'i seçerek maddi dünyadan vazgeçmeden maneviyatı işaret etmişken, onun çok boyutlu kıssasından yola çıkıp daha tek yönlü, daha keskin ve yüzeysel bir söylem ortaya koymanın da kayda değer bir fikirsel zaaf olduğunu düşünüyorum.
Son olarak sormak isterim ki, herhangi bir sanatçı önemli bir toplumsal çelişkiyi -etnik meseleler, ırkçılık, cinsiyetçilik, sınıfsal çelişkiler vs. gibi- filmine konu etse fakat bu çelişkileri sadece motif olarak kullanıp meselenin özüne dair hiçbir şey söylemese bu filmin sanatsal kıymetine nasıl etkide bulunurdu? Ekoloji, iklim değişikliği, gıda güvenliği diğer çelişkilerden daha mı kıymetsiz ki bir motif olmaktan öteye gidemiyor? Bence saygın bir entelektüel olmanın yolu bu gibi çelişkilerin özüne dokunan sözler söylemekten geçer sanat eserlerinde, onları motif olarak kullanıp vaaz vermekten değil.
Comments
Post a Comment