The Square (Ruben Östlund, 2017)
Adını Hak Eden Bir Komedi-Drama
Daha önce Turist filmiyle dikkat çeken İsveçli yönetmen Ruben Östlund'un Altın Palmiye ödüllü yeni eseri The Square, siyasi fikrini oldukça başarılı bir estetikle dile getiren harikulade bir film. Bütününe bakıldığında Stokholm'de bir modern sanat müzesi küratörü Christian'ın argo tabiriyle "kolpa" kişiliğini, mizahı ve ciddi sözleri harmanlayarak anlatan filmin en güçlü yanı tam da bu harmanın ideal dozu ve sekanslar arasında birbirini şiddetlendirerek besleyen akışı. Bir sahnede Christian adına utanırken, bir sonrakinde onu anlayıp yaptığı bir hatayı affedebiliyor, daha sonra sadece kendisini savunmak için toplumun işlemeyen yönlerini öne çıkarıp kendi hatasını gölgede bırakan yine kolpa olarak adlandırılabilecek bir davranışını gördüğünüzde ona sinirle ve acıyarak gülebiliyorsunuz.
Ya da müzede sergilenen çakıl taşlarından oluşturulmuş bir 'sanat eseri'nin bir kısmının yerleri temizleyen çalışan tarafından süpürülmesine gülerken aynı zamanda yerdeki taş yığınıyla, temizlenmesi gereken toz arasındaki çizginin ne kadar ince ve toplumsal inşa süreçlerinin bir sonucu olduğunu düşünürken bulabilirsiniz. Filmin genel ritmi, hikaye akışı, sanata ve topluma dair sözlerini acıtırcasına sivri ve net söyleyişini izledikten sonra filme dair konuşma isteği kaçınılmaz hale gelebiliyor. Güzel bir sinema eseri izlemenin hazzını bünye tekrar hatırlıyor.
Sözü fazla uzatmadan bu film hakkında beni bir şeyler karalamaya iten asıl meseleye giriş yapmak isterim.
Performans ve Politika
Belirli bir düşünme biçiminin görünür kılınmasında ya da baskın ideolojinin eleştirisini sunmada bireylerin bedensel/fiziki performansı ehemmiyetinin sosyal bilimlerde anlaşılması çok eskilere dayanmasa da toplumsal ilişkileri açıklamada kayda değer bir teorik araç olarak kendini çoktan kabul ettirdi. Baskı kuran, vaat ettiği düzenin ayrıntılarını sergilerken performansı kullanırken, baskıya baş kaldıran bazen ilk hamlesini sözden önce bedeniyle yapmaktayken "dramaturjik eylem", bireysel ve toplumsal güç ilişkilerini gözler önüne sermek için kullanılabilecek bir kavram haline geliyor ister istemez.
The Square filminde performans hem adıyla hem sanıyla mevcut. Bir modern sanat müzesinin filmin birincil mekanı olması tesadüf değildir. Modern sanat müzesi hem bir fiziki mekan olarak hem de insanlara tarihsel ve toplumsal ön kabullerin yardımıyla dikte ettiği davranış biçimlerinin somutlanması olarak filmde yer alacağını daha ilk dakikadan sorulan soruyla seyircinin dikkatine sunuyor. "Herhangi bir nesneyi -mesela sizin çantanızı- alıp müze salonuna koysak o nesne bir sanat eseri olarak değerlendirilebilir mi?" Benim cevabım "muhtemelen" olur bu soruya. Müze küratörleri, ziyaretçileri, o nesnenin sahibi, basın ve mikro/makro iktidar sahipleri o çantaya sanat eseri muamelesi gösterirlerse, o şekilde 'davranırlarsa' o çanta bir sanat eseri halini alır. Bir algının performansla gerçeklik halini alması tam da budur.
Filme adını veren sanat eseri dört metrekarelik bir alanda ışıklarla yere çizilmiş bir "Kare". Manifestosu ise mealen "Bu Kare'nin içinde herkes birbirine saygılı ve anlayışlı olmayı taahhüt eder." Bir yandan o Kare'nin dışında kalan İsveç ve belki de Avrupa'da bahsi geçen değerleri kaybetmeye yüz tuttuğumuzu vurgularken diğer yandan Kare'nin ülke sınırlarını temsil eden bir sahne, demokrasinin ise sürekli performatif gerçekliğe ve durmaksızın eyleme dökülmeye muhtaç bir değer olduğunu hatırlatmakta. Öyle ya, fiiliyata dökülmemiş, ortamın aurasına sinmemiş, toplumsal ilişkilere sirayet etmemiş demokrasi güçlü bir kavram olmaktan uzaktır. Demokrasi hava gibi, su gibi dokunulabilen ve duyumsanabilen katı bir kavramdır. Bir şehrin sokaklarında yürürken varlığı ya da yokluğu hemen hissedilen bir kavram.
Diğer yandan, müze küratörü karizmatik Christian'ın samimiyet göstergesi olarak sayılabilecek bazı sahne jestlerini önceden çalıştığını ve konuşma yaparken sergilediği davranışların bir performanstan ibaret olduğunu anladığımız bölüm performansın bireysel kişilik yaratımındaki önemini gösteren kıymetli bir sekans. Her birimizin sadece sosyal medyada tasarladığımızı sandığımız mermerden ego heykelinin köklerini aslında günlük hayattan aldığını hatırlatan bir sahne.
Bu gibi parçalı performans analizlerinin yanında The Square filmi hakkında dramaturjik eylem'den yola çıkarak bir söz söylenecekse 'supper in a jungle' olarak adlandırmak istediğim sahneyi anlamaya çalışmadan olmaz. Bu sahnede daha önce Rise of the Planet of the Apes ve daha farklı filmlerde CGI ürünü maymun ve gorillerin hareketlerine referans olan beden hareketlerini sergileyen aktör Terry Notary müzenin düzenlediği akşam yemeğine goril performansıyla efsane bir giriş yapmaktadır. Bu goril performansı sergileyen aktör Oleg, nezih masalarda, zarif yemek takımlarının arasında şık kıyafetleriyle oturan koca koca orta sınıf beyaz İsveçli sanatseverleri rahatsız etmek için oradadır. Modernitenin en nadide salonuna giren goril, züccaciye dükkanına giren fili anımsatır. Önce seslerle, sonra fiziki dokunuşlarla konukları rahatsız eder. Fakat bence Oleg'in gorili bir goril değildir. Bütün sahne faşizmin performansla nasıl inşa edildiğinin kompozisyonudur. Oleg'in hareketlerinden ilk rahatsız olan kişi müzenin özel davetlilerinden bir sanatçı Julian'dır. Oleg'le karşı karşıya gelir, fakat onunla fiziksel temasa girip medeni ölçülerin dışına çıkmamak için salonu terk eder bu performansın fikir babası, maddi ve manevi sponsoru, müzenin ve gecenin küratörü Christian'a sitem ederek. Ardınran Oleg'in ikinci kurbanı orta yaşlı türbanlı bir kadın olur. İslamofobinin yaygınlaştığı topraklar olarak lanse edilen Kuzey ve Batı Avrupa'nın sinemacılarından birinin faşizmi ifade ederken bu ikinci kurbanı tesadüfen seçtiğini hiç düşünmüyorum. Bütün bunlar olurken diğer konuklar bu şiddet eylemlerini izler. Hatta Oleg onlara da zarar vermesin diye başlarını önlerine eğer ve gözlerini kaçırmaya, görmemeye, susmaya başlarlar. Baskıcı Oleg'i bunları yapabilecek pozisyona getien, onu gösterinin bir parçası olarak meşrulaştıran Christian araya girer ve şovun bittiğini ilan eder. Fakat Oleg buna da karşı çıkar ve faşizmin performe edilmesini sağlayan küratör de pişman ve korkar bir şekilde yerine oturur. O da Oleg'in hışmından nasibini almamak için korkuyla susar (biri Türkiye'deki liberallari mi hatırladı?). Artık Oleg salonun tek hakimidir. Bundan sonra masaların üzerini dağıtmaya, tamamen şiddete dayalı baskı kurmaya devam eder. İlk olarak ona tepki gösteren sanatçıyı, ardından salonun öteki'is türbanlı kadını kendine kurban seçen faşizmin son hamlesiyse insan haklarına tecavüzün -sembolizmin çok ötesi- somut bir görseli olarak genç bir kadına tecavüze kalkışma olur. Bu esnada önce bir kişi ardından da onlarca kişi Oleg'i lince girişir. Dikta son bulur. Haklına zulmeden bir kral vardır hani. İşte o kralın sonuna benzer Oleg'inki de. Sahne böyle biter.
Akıllarda faşizmin de, şiddetin de, susmanın da, görmemenin de, isyan etmenin de beden ve performans üzerinden gerçeklik kazandığı kalır. Ya da sokaklarda ya da ekranlarda şiddetin görünür kılındığı durumlarda bu performansın psikolojik baskı aracı olarak kullanılan bir sahneleme anlamına geldiği.
Shakespeare'in dediği gibi tüm dünya bir sahnedir. O sahnede faşist gösteriler mi demokrasi mi izleyeceğimiz ise oyuncuların performansına bağlıdır.
The Square filminde performans hem adıyla hem sanıyla mevcut. Bir modern sanat müzesinin filmin birincil mekanı olması tesadüf değildir. Modern sanat müzesi hem bir fiziki mekan olarak hem de insanlara tarihsel ve toplumsal ön kabullerin yardımıyla dikte ettiği davranış biçimlerinin somutlanması olarak filmde yer alacağını daha ilk dakikadan sorulan soruyla seyircinin dikkatine sunuyor. "Herhangi bir nesneyi -mesela sizin çantanızı- alıp müze salonuna koysak o nesne bir sanat eseri olarak değerlendirilebilir mi?" Benim cevabım "muhtemelen" olur bu soruya. Müze küratörleri, ziyaretçileri, o nesnenin sahibi, basın ve mikro/makro iktidar sahipleri o çantaya sanat eseri muamelesi gösterirlerse, o şekilde 'davranırlarsa' o çanta bir sanat eseri halini alır. Bir algının performansla gerçeklik halini alması tam da budur.
Filme adını veren sanat eseri dört metrekarelik bir alanda ışıklarla yere çizilmiş bir "Kare". Manifestosu ise mealen "Bu Kare'nin içinde herkes birbirine saygılı ve anlayışlı olmayı taahhüt eder." Bir yandan o Kare'nin dışında kalan İsveç ve belki de Avrupa'da bahsi geçen değerleri kaybetmeye yüz tuttuğumuzu vurgularken diğer yandan Kare'nin ülke sınırlarını temsil eden bir sahne, demokrasinin ise sürekli performatif gerçekliğe ve durmaksızın eyleme dökülmeye muhtaç bir değer olduğunu hatırlatmakta. Öyle ya, fiiliyata dökülmemiş, ortamın aurasına sinmemiş, toplumsal ilişkilere sirayet etmemiş demokrasi güçlü bir kavram olmaktan uzaktır. Demokrasi hava gibi, su gibi dokunulabilen ve duyumsanabilen katı bir kavramdır. Bir şehrin sokaklarında yürürken varlığı ya da yokluğu hemen hissedilen bir kavram.
Diğer yandan, müze küratörü karizmatik Christian'ın samimiyet göstergesi olarak sayılabilecek bazı sahne jestlerini önceden çalıştığını ve konuşma yaparken sergilediği davranışların bir performanstan ibaret olduğunu anladığımız bölüm performansın bireysel kişilik yaratımındaki önemini gösteren kıymetli bir sekans. Her birimizin sadece sosyal medyada tasarladığımızı sandığımız mermerden ego heykelinin köklerini aslında günlük hayattan aldığını hatırlatan bir sahne.
Bu gibi parçalı performans analizlerinin yanında The Square filmi hakkında dramaturjik eylem'den yola çıkarak bir söz söylenecekse 'supper in a jungle' olarak adlandırmak istediğim sahneyi anlamaya çalışmadan olmaz. Bu sahnede daha önce Rise of the Planet of the Apes ve daha farklı filmlerde CGI ürünü maymun ve gorillerin hareketlerine referans olan beden hareketlerini sergileyen aktör Terry Notary müzenin düzenlediği akşam yemeğine goril performansıyla efsane bir giriş yapmaktadır. Bu goril performansı sergileyen aktör Oleg, nezih masalarda, zarif yemek takımlarının arasında şık kıyafetleriyle oturan koca koca orta sınıf beyaz İsveçli sanatseverleri rahatsız etmek için oradadır. Modernitenin en nadide salonuna giren goril, züccaciye dükkanına giren fili anımsatır. Önce seslerle, sonra fiziki dokunuşlarla konukları rahatsız eder. Fakat bence Oleg'in gorili bir goril değildir. Bütün sahne faşizmin performansla nasıl inşa edildiğinin kompozisyonudur. Oleg'in hareketlerinden ilk rahatsız olan kişi müzenin özel davetlilerinden bir sanatçı Julian'dır. Oleg'le karşı karşıya gelir, fakat onunla fiziksel temasa girip medeni ölçülerin dışına çıkmamak için salonu terk eder bu performansın fikir babası, maddi ve manevi sponsoru, müzenin ve gecenin küratörü Christian'a sitem ederek. Ardınran Oleg'in ikinci kurbanı orta yaşlı türbanlı bir kadın olur. İslamofobinin yaygınlaştığı topraklar olarak lanse edilen Kuzey ve Batı Avrupa'nın sinemacılarından birinin faşizmi ifade ederken bu ikinci kurbanı tesadüfen seçtiğini hiç düşünmüyorum. Bütün bunlar olurken diğer konuklar bu şiddet eylemlerini izler. Hatta Oleg onlara da zarar vermesin diye başlarını önlerine eğer ve gözlerini kaçırmaya, görmemeye, susmaya başlarlar. Baskıcı Oleg'i bunları yapabilecek pozisyona getien, onu gösterinin bir parçası olarak meşrulaştıran Christian araya girer ve şovun bittiğini ilan eder. Fakat Oleg buna da karşı çıkar ve faşizmin performe edilmesini sağlayan küratör de pişman ve korkar bir şekilde yerine oturur. O da Oleg'in hışmından nasibini almamak için korkuyla susar (biri Türkiye'deki liberallari mi hatırladı?). Artık Oleg salonun tek hakimidir. Bundan sonra masaların üzerini dağıtmaya, tamamen şiddete dayalı baskı kurmaya devam eder. İlk olarak ona tepki gösteren sanatçıyı, ardından salonun öteki'is türbanlı kadını kendine kurban seçen faşizmin son hamlesiyse insan haklarına tecavüzün -sembolizmin çok ötesi- somut bir görseli olarak genç bir kadına tecavüze kalkışma olur. Bu esnada önce bir kişi ardından da onlarca kişi Oleg'i lince girişir. Dikta son bulur. Haklına zulmeden bir kral vardır hani. İşte o kralın sonuna benzer Oleg'inki de. Sahne böyle biter.
Akıllarda faşizmin de, şiddetin de, susmanın da, görmemenin de, isyan etmenin de beden ve performans üzerinden gerçeklik kazandığı kalır. Ya da sokaklarda ya da ekranlarda şiddetin görünür kılındığı durumlarda bu performansın psikolojik baskı aracı olarak kullanılan bir sahneleme anlamına geldiği.
Shakespeare'in dediği gibi tüm dünya bir sahnedir. O sahnede faşist gösteriler mi demokrasi mi izleyeceğimiz ise oyuncuların performansına bağlıdır.
Comments
Post a Comment